Şimdi, diyelim ki DNA sentezlemek istiyorsun. Ama hücre dışı biraz zor oluyor. DNA replikasyonunda görevli onyüzbinmilyon maddeyi deney tüpüne koymuyorsun -çok zahmetli çünkü. Fakat bu sefer garip koşulları olan bir ortam oluşuyor. Mesela DNA'nın iki zincirinin birbirinden ayrılması için 92 dereceye çıkartman gerekiyor. -DNA epey sağlam bir yapı (şırıngadan geçirdiğinizde minnak parçalara ayrılan fiziksel yapıya ve 92 dereceye bile dayanan kimyasal yapıya sahip. [karşılıklı bazları bağlayan Hidrojen bağı yüzünden bu kadar ısıyı emebiliyor. Guanin ve Sitozin arasında 3 tane hidrojen bağı var, öyleyse G-S zengini DNAlar daha sağlam olur]).
Hücre dışı ortamında -in vitro deniliyor- bu yardımcı maddeler arasında elzem birine ihtiyacın var; enzim.
(Bilgi tazelemece; enzimler reaksiyonları gerçekleşmesi için ihtiyaç duyduğumuz moleküllerdir ayrıca süper yüksek ısı gerektiren reaksiyonları makul seviyeye indirirler. Bilgi 2; enzimler genelde 40 derece üstünde bozulur ve bir daha çalışmaz)
DNA sıcaklık düşürüp-arttırınca birleşip-ayrılabiliyor. Öyleyse bunun için enzime gerek yok. Yeni DNA zinciri oluşturmak için elinde primerlerin var (böyle bir kaç baz -adenin, guanin, sitozin, timin- yanyana duruyor. DNA'nın tek zincirinin mini minnacık parçası olarak düşün) primerlerden kalan boşluklar için nükleotidlerin falan var. Fakat bu primerlerin birbiri ardına gelmesini ve esas ipliğe bağlanmasını sağlamak için enzime ihtiyacın var -ısıyla bişeyle olmuyor o.
İyi tamam, enzim koyalım. Polimeraz var bunun için. Polimerazı koyduk. DNAyı 90 derecede açtık, sonra dereceyi düşürdük (çünkü yüksek derecede zincirin açılmasına neden olan şey -ısılar, bağlar falan- primerlerin zincire bağlanmasını da engelliyor.). Tepkime ilerliyor mu, hayır. Çünkü içine koyduğumuz enzim 90 derecede bozuldu (denatüre). Öyleyse tekrar enzim koyup tekrar devam edelim. İn vitroda DNA sentezi 50 derecenin altına hiç düşmüyor ki -hiç rastlamadım- o enzim yine bozulcak. Ne yapmalı?
40 derecenin üstünde havale geçirince kalıcı hasar oluşmasının sebebi bu enzimlerin bozulması olayı. Peki yüksek ısılarda yaşayan canlılar yok mu? Çöl? Geç onu, hayvanlar o ısıyı hissetmemek için türlü savunma geliştirmiş. Hayvanlar zaten olmaz. Çok özelleşmişler. Yaşayabildikleri ortam belli. Daha ilkel bişey gerek. Bakteriler? En yüksek ısıda hangi bakteri yaşıyor? Gayzer gibi süper sıcak ortamda yaşayan bakteri bulmuş bilimin süper insanları. Adına Thermus aquaticus demişler. Başka kimselerin yaşayamadığı çok rahatsız (stresi bol) ortamda yaşayabilen Deinococcus-Thermus bakteri sınıfına aitlermiş. 50 derecenin altında ölen bu bakteriler sıcakta çoğalabilirlermiş (DNA replikasyonu gerçekleşiyor demek ki), peki nasıl?
Thermus aquaticus, polimeraz için kendine has bir enzim geliştirmiş. Bu enzim suyun kaynama derecesine ulaştığı halde bozulmuyormuş. Thurmus beyler hanımlar pek mutlu hayatlarına devam ediyormuş.
"E kullanılalım biz bunu!"
Bilimin güzide insanları almışlar enzimi bakteriden. İn vitro ortamda denemişler. 90 dereceyi aşmışlar, düşmüşler, tekrar aşmışlar, tekrar düşmüşler (20-30 kez tekrarlanıyor bu işlem), replikasyon devam ediyor. Enzime bişey olmamış.
E süper bişey bu? Herkesler yararlansın değil mi?
Bakterinin baş harflerini Taq olarak kısaltıyorlar, Taq polymerase enzyme olarak pazarlıyorlar :/ Azcık tuzlu bir fiyata.
-Şimdi aklıma geldi. Enzimin sekansını alsak, kendimiz enzimi yapamaz mıyız? Veya direkt bakteriyi satın alsak? -Hazırı varken ne gerek var.
Labda Taq'ı hep kullandık. Polimeraz olduğunu öğrendim. Fakat böyle bir hikayesi olduğunu bilmiyordum. Zaten DNAnın 90 derecede bozulmadığını öğrenince enzimin o derecede bozulmaması ilgimi çekmemişti, sorgulamamıştım :( Yanlış yapmışım.
Bilim güzel şey.
MIT'nin açık dersleri var iTunes'da. iTunes'dan nefret ediyorum. Geçen yıl Stanford'ın derslerini dinlemek için yüklemiştim. Programı hiç kullanamadım, deli oldum sildim. MIT'nin yüzü suyu hürmetine kullanıcam biraz. Şu link çok güzel, http://www.openculture.com/freeonlinecourses
ODTÜ'nün açık derslerinde biyoloji yok ya. Gıcık. http://ocw.metu.edu.tr/
27 Ağustos 2012 Pazartesi
Bilim süper şey lan
Yazan
hia
zaman:
8/27/2012 04:53:00 ÖS
Etiketler:
Deinococcus-Thermus,
DNA replikasyonu,
polimeraz,
taq,
taq enzyme,
thermus aquaticus
0
yorum
25 Ağustos 2012 Cumartesi
Sen hiç ateş böceği larvası buldun mu?
Yazan
hia
zaman:
8/25/2012 10:18:00 ÖÖ
Yazın bir gece, rektörlük-yemekhane arası merdivenden geçiyordum. Lambalar ya yoktu ya da çalışmıyormuş. Merdiven ilk birkaç adımdan sonra gözükmüyordu. Yolumu değiştireyim diye düşünmüşken -köpekler çok saldırgan oluyor- karanlığın ortasında, kıpırdamayan yeşil noktalar gördüm! Ateş böceği aklıma geldi bir tek, değilse bile karanlıkta parlayan herhangi bir canlı! Hala heyecanlı (:
Karanlıkta eğildim. Işığı elime almaya çalışıyorum ama, hiçbir şey görmeden! Başka bir canlı olabilir, daha büyük bir şey olabilir, üstelik kaçışmıyor. elimi toprağa daldırıp bir şeyleri elime aldım, yeşil nokta elimde fakat hala ışık yok onun ne olduğunu göremiyorum.
Şöyle bişey bahsettiğim;
Merdivenleri görmeden ezbere çıktım. Işığa yaklaştıkça elimdekinin bildiğim ateşböceği olmadığını ve bir sürü toprak aldığımı gördüm :/
Kanatları nerde bunun?
Larvaymış meğersem. Bir kaç gün boyunca onu beslemeye çalıştım. Sümüklüböcek, salyangoz (ikisi aynı şey değil) ve diğer yumuşakçaları yerlermiş. Etrafta bi tane bile yumuşakça bulamadım iyi mi? Ben de saldım onu dışarı :/
Ateş böceği besleme maceram da böyle bitti.
Karanlıkta eğildim. Işığı elime almaya çalışıyorum ama, hiçbir şey görmeden! Başka bir canlı olabilir, daha büyük bir şey olabilir, üstelik kaçışmıyor. elimi toprağa daldırıp bir şeyleri elime aldım, yeşil nokta elimde fakat hala ışık yok onun ne olduğunu göremiyorum.
Şöyle bişey bahsettiğim;
Kanatları nerde bunun?
Larvaymış meğersem. Bir kaç gün boyunca onu beslemeye çalıştım. Sümüklüböcek, salyangoz (ikisi aynı şey değil) ve diğer yumuşakçaları yerlermiş. Etrafta bi tane bile yumuşakça bulamadım iyi mi? Ben de saldım onu dışarı :/
Ateş böceği besleme maceram da böyle bitti.
Karıncaaslanı (Karınca Aslanı?)
Yazan
hia
zaman:
8/25/2012 08:24:00 ÖÖ
Önce arkadaşım öldürüp (o insan ya, bütün böcekler insanları yemeğe programlı ya, her gördüğü böceği öldürmeli ya) kuruttuğu böceği gösterdi, yusufçuk gibi bişey dedim.
Karıncaaslanı, Myrmeleontidae, Bilkent, Ankara
Sonra Acaib-i şunun ne olduğunu soruşturuyordu, yine yusufçuk dedim.
Palpares libelluloides (Linnaeus, 1764) Takım; Neuroptera (Sinirkanatlılar), Aile; Myrmeleontidae (karıncaaslanı) dediler.
Larva halini görsem, ergininin bu olacağını düşünmem. Kum içine tuzak kuruyor. Karıncalar tuzağa düşürüyor ve onları ham yapıyor. O yüzden karıncaaslanı (karınca aslanı?)
Tümbaşkalaşımlı böcekler (Endopterygota)içinde pul kanatlıları, kın kanatlıları, zar kanatlıları biliyordum, sinir kanatlılar ve çift kanatlılar da varmış. Sinekler (Diptera, çift kanatlılar) 2 kanatlı, arılar (zar kanatlıların içindeler) 4 kanatlı, hep karıştırıyorum bunu.
İmlaya takıldım ben. Karınca aslanı mı, karıncaaslanı mı?
Yazan
hia
zaman:
8/25/2012 07:32:00 ÖÖ
Akreplerin karınlarında tarak varmış, çok hassasmış, karşı cinsi bulabilirlermiş böylece, yeri anlarlarmış. Doğuda gece dışarda yatılcaksa etraflarına yün yayarmış insanlar, akrepler huylanıp kaçsın diye.
İnsecta için anahtar arıyordum oysa ki. Omurgasızlar dersinin (Hacettepe'den yürüttüğüm) notlarında anahtarlar vardı. İnsectayı almamışlar hiç. Çok mu kalabalık geldi ne.
Çıyanlar zehirliymiş. Çıyanlar yayvan olurmuş ve her segmentinden birer çift ayak çıkarmış. Kırkayaklar boru gibi yuvarlak olurmuş, her segmentinden ikişer çift ayak çıkarmış. Zehirli olup olmadığı yazmıyordu. İnternetlerin dediğine göre genelde değillermiş.
Kamçılı akrepler akrep değilmiş, kamçılı akrepmiş.
Böğüler çok şirin.
İngilizce okumaktan çokça sıkılıyorum. İnsecta (böcekler) anahtarı bende yokmuş diyince bir sürü arkadaşım bişeyler yolladı. Hepsi İngilizce, canım okumak istemiyor. Anlamadığımdan değil, yılın 9-10 ayı sadece İngilizce okuyorum, duyuyorum, bazen dinliyorum, konuşuyorum falan. Sıkılıyorum bazen. -Buna rağmen dinlediğim müziklerin büyük çoğunluğu İngilizce, dinlerken söylüyorum bile.-
Geçen gaza geldim genetik çalışmaya başladım. Önümüzdeki dönem genetiğe giriş dersi alıcam. Derslere öncesinde okuyup çalışmadımsa kafamı veremiyorum. Kaset sarıyor ama bant çoktan kopmuş oluyor. Hoca durup bir önceki cümlemi tekrarla dese hebele hübele yaparım :/ Neysem, başlayayım vaktinde dedim -derslerin başlamasına 1 ay kaldı benim en az 7 dersim olacak ki 10 olucak umarım ki, korkarım ki.- sonracığıma nerden başlayayım? Binlerce e-book, hepsi İngilizce. Hangisini kullanıcağımızın pek bir önemi yok, en fazla derste anlatılmayan bişeyi öğrenmiş olurum. Peki hangisini seçtim? Hacettepe'nin ders notlarını açtım, genetiğin tamamını okudum, İngilizce not aldım. İngilizceyi okumak çok sıkıcı geldi :/ Dönem boyunca yapcam onu zaten.
Meyve sineklerini inceledikten sonra, onlar hala baygınken suya -ah morga- atcakmışız onları.
Buraya daha çok şey yazmalıyım.
Seçmeli derslerime karar vermeliyim. Karar vermeliyim, almaya çalışmalıyım, dersimin uymasına bakmalıyım. Çok iş. Lise çok kolaydı ya.
İnsecta için anahtar arıyordum oysa ki. Omurgasızlar dersinin (Hacettepe'den yürüttüğüm) notlarında anahtarlar vardı. İnsectayı almamışlar hiç. Çok mu kalabalık geldi ne.
Çıyanlar zehirliymiş. Çıyanlar yayvan olurmuş ve her segmentinden birer çift ayak çıkarmış. Kırkayaklar boru gibi yuvarlak olurmuş, her segmentinden ikişer çift ayak çıkarmış. Zehirli olup olmadığı yazmıyordu. İnternetlerin dediğine göre genelde değillermiş.
Kamçılı akrepler akrep değilmiş, kamçılı akrepmiş.
Böğüler çok şirin.
İngilizce okumaktan çokça sıkılıyorum. İnsecta (böcekler) anahtarı bende yokmuş diyince bir sürü arkadaşım bişeyler yolladı. Hepsi İngilizce, canım okumak istemiyor. Anlamadığımdan değil, yılın 9-10 ayı sadece İngilizce okuyorum, duyuyorum, bazen dinliyorum, konuşuyorum falan. Sıkılıyorum bazen. -Buna rağmen dinlediğim müziklerin büyük çoğunluğu İngilizce, dinlerken söylüyorum bile.-
Geçen gaza geldim genetik çalışmaya başladım. Önümüzdeki dönem genetiğe giriş dersi alıcam. Derslere öncesinde okuyup çalışmadımsa kafamı veremiyorum. Kaset sarıyor ama bant çoktan kopmuş oluyor. Hoca durup bir önceki cümlemi tekrarla dese hebele hübele yaparım :/ Neysem, başlayayım vaktinde dedim -derslerin başlamasına 1 ay kaldı benim en az 7 dersim olacak ki 10 olucak umarım ki, korkarım ki.- sonracığıma nerden başlayayım? Binlerce e-book, hepsi İngilizce. Hangisini kullanıcağımızın pek bir önemi yok, en fazla derste anlatılmayan bişeyi öğrenmiş olurum. Peki hangisini seçtim? Hacettepe'nin ders notlarını açtım, genetiğin tamamını okudum, İngilizce not aldım. İngilizceyi okumak çok sıkıcı geldi :/ Dönem boyunca yapcam onu zaten.
Meyve sineklerini inceledikten sonra, onlar hala baygınken suya -ah morga- atcakmışız onları.
Buraya daha çok şey yazmalıyım.
Seçmeli derslerime karar vermeliyim. Karar vermeliyim, almaya çalışmalıyım, dersimin uymasına bakmalıyım. Çok iş. Lise çok kolaydı ya.
20 Temmuz 2012 Cuma
ODTÜ'nün kelebekleri - 002 Bahadır
Yazan
hia
zaman:
7/20/2012 11:40:00 ÖÖ
Eneeem!
Kocaman büyükçenek bir kelebekçik geçti önümden. Kaplan kırlangıçı tekrar görmek istiyorum ya, bir acaba geçti. Takip ettim. Kelebek çalısı üzerinde durdu. Kırlangıçkuyruk değil. Daha önce kitapta gördüğüm bişeylere benziyor, fakat gözlerinle görmediğin sürece kitapta gördüğün herşeyi birbirine karıştırabiliyorsun :/ Kitap (Türkiyenin Kelebekleri Doğa Rehberi - Ahmet Baytaş) yanımda değildi o an. Mümkün olduğunca ürkütmeden, her hareketini izledim ^^ Fotoğrafını da çektim, ama işte bazen her yeri gözükmüyor, türe inmek için tek bir noktaya, beneğe ihtiyacın oluyor ve maalesef o bölgeyi çekememişsin falan. Gözünle görmek daha güzel ^^ Fakat bu sefer unutabileceğin şeyler var falan :/ Ne çok canlı var yahu!
Eheh, güzelliğin bir sürü fotoğrafını ve...
Kocaman büyükçenek bir kelebekçik geçti önümden. Kaplan kırlangıçı tekrar görmek istiyorum ya, bir acaba geçti. Takip ettim. Kelebek çalısı üzerinde durdu. Kırlangıçkuyruk değil. Daha önce kitapta gördüğüm bişeylere benziyor, fakat gözlerinle görmediğin sürece kitapta gördüğün herşeyi birbirine karıştırabiliyorsun :/ Kitap (Türkiyenin Kelebekleri Doğa Rehberi - Ahmet Baytaş) yanımda değildi o an. Mümkün olduğunca ürkütmeden, her hareketini izledim ^^ Fotoğrafını da çektim, ama işte bazen her yeri gözükmüyor, türe inmek için tek bir noktaya, beneğe ihtiyacın oluyor ve maalesef o bölgeyi çekememişsin falan. Gözünle görmek daha güzel ^^ Fakat bu sefer unutabileceğin şeyler var falan :/ Ne çok canlı var yahu!
Eheh, güzelliğin bir sürü fotoğrafını ve...
Erkek bir Bahadır, Argynnis pandora, 19 Temmuz 2012, ODTÜ Endüstri binası arkası
... videosunu çektim ^_______^
Kelebek çalısının çiçekleri tam onun diline göre. Her birini tattı, sonra başkasına kondu.
Çok sevdim kendisini. Bir daha görmek ümidiyle.
16 Temmuz 2012 Pazartesi
Kısa dönemli arzu ve istekler
Yazan
hia
zaman:
7/16/2012 09:34:00 ÖÖ
Twit attım sonra düşündüm, tek isteğim bu değil ya.
Daha cDNA ne işe yarar öğrenmiş değilim, yarın cDNA'den realtime PCR yapıceğmişiz. PCR, polymerase chain reaction, Türkçesiyle PZR, polimeraz zincir reaksiyonu -çok Türkçe-, elindeki minnacık DNA'yı çoğaltmak için yapılan bir işlem, diye biliyordum ben, bakteri ve RNA çoğaltmak için de kullanılıyormuş. Araştırmadığım bir sebepten (!) RNA olduğu gibi çoğaltılamazmış, cDNA yapıp ondan PZR'ye geçmek gerekirmiş ve ben cDNA protokolünü yarım yamalak anlar gibi yaptığım halde, tam olarak ne yaptığımızı ve ne yapmaya çalıştığımızı araştırmış değilim. Mikrobiyolojiyi almadan staj yapmak çok zor gerçekten. Okuyarak kapatılabilir, şu an bulunduğum konum sayesinde -o kadar bilinçsiz değilim- fakat mükemmel tembelliğim sayesinde, günde 2-3 makale okuyabilecek vaktim olduğu halde, işime yarar makaleyi değil, alelade, önüme çıkan herhangi bir yeni yazılmış makaleyi okumayı tercih ediyorum. Ben gerçekten işimi seviyor muyum? Pratikte evet, her ne yapıyorsak, o yaptığım şey çok eğlenceli geliyor, fakat manyak mıyım ne, literatüre hakim olmadığımı bildiğim, bunun bir eksiklik olduğunu bildiğim halde, araştırmıyorum. Araştırmamak? Bilimle uğraşan kim araştırmaz yahu? En temel taşı bu. Geçen senenin başında yakama yapışan tembelliği suçlar gibi olsam da, beni değiştirmek benim elimde değil mi ya? Bahaneye ihtiyacım var mı cidden? Bahanem olursa yaptığım -yapmadığım- şeyi meşru kılar mı :/ Meşru değil de kelime, şu aralar kelime dağarcığım harbi dar. Neysem, cDNA, realtime PCR ilk iş öğrenilmesi gerekenler.
Dumanlı apolloyla, küçük beyaz meleğe takmış durumdayım, ama az bekleyebilir.
Kaplan kırlangıçkuyruk görmüştüm, keşke tırtılını bulsam da gördüğüm şeyin gerçekten kırlangıçkuyruk olduğunu anlasam (çok hızlı uçuyor yahu, kelebek dediğin az yavaş olur!).
Bir sürü yeni bitkicik çıktı. Elimdeki ODTÜ Kampüsü Kır Çiçekleri Rehberi kitabı bir miktar eski ve kaynak olarak bi onu kullandığımdan -koskoca kütüphane var oysa ki- gördüğüm şeylerin ne olduğunu çözemiyorum. Hezarenler açmış durumda haftalardır, bugün ancak fotoğrafını çektim. Bir de kameram iyi değil ya (telefon, demek istedim) o haliyle çekmek istemiyorum. Bir de daha önce dediğim gibi, ODTÜ'nün insanları bi manyak. Evet yere eğilmiş toprağın fotoğrafını çekiyorum, n'olmuş?
Sonram, Yalıncak'a çıkıcam. Bu sefer çıkıcam! Kameralı veya değil, bir görücem oraları. Ne deli kelebek yapmıştır şimdi. Hayatımda görmediğim börtü böcekler falan. Lohusa çiçeği (Aristolochia) varmış kampüste, yazın açmış olması gerek. Onu bari görsem. Arı rolü yapan sinekler falan var ^^ çoğtatlı.
Yelkovan adında bir kuş olduğunu öğrendim geçende. Fotoğrafını çekemedim. Gözükmediler.
Ev kırlangıcını tanıyabiliyorum artık.
Toygar dediğin serçedir, hala.
Hacettepe'den ayrılmadan hemen önce 4 sınıfın da ders notlarını çekmiştim paylaşımdan, hehe (sevgili Mehmet Ali hocam, söz kimseyle paylaşmıyorum onları, hem henüz hala öğrenciydim o zamanlar :P). İçinde mikrobiyoloji de var, onu okuyayım. Bilmediğim ÇOK şey var :(
Dinsel inançlar ve düşünceler tarihi diye bir kitap almıştım. İyi güzel de, farketmeden 3. cildini almışım (yuh). İlk konu orta asyada dindi. E çocukluğumdan beri anlatılan şeyler (içinde işlerine gelmeyenlerini anlatmamışlar ama) haliyle sıkıldım. Güzel kitap yine de, insan döne döne yine aynı inançlara dönmüş ya -din bazlı değil dediğim, atıyorum, ölülerin yaşaması- ilginç geldi, kitabı bir haftadır okumuyorum -_- onu okuyup bitireyim, diğer ciltlerini alayım.
Bitkilerin nasıl kurutulacağını Hacettepedeyken meraktan öğrenmiştim. Zooloji labında alkole yatırılmış böcekler incelemiştik neredeyse yarım asırlık. Bazı omurgalı ve omurgasız hayvanların alkolde yıllarca saklanabileğini biliyorum. Ama mesela, yusufçuklar, çekirgeler, arılar falan alkolün içinde erimişti. Yanlış saklanma koşullarından mı yoksa onları alkole yatırmamak mı gerekir bilmiyorum. Bir de yapısal pigmentli olmayan canlılar (yani renkleri ışığın tabakalarda farklı derecelerde kırılmasıyla oluşan canlılar) alkole yatarsa rengini kaybeder (yani renkleri pigmentlerle sağlanan canlılar, pigment alkolde çözünüyor). Tüm bildiklerim bunlar. Bunların üstüne ek yapıp bulduğum börtü böcüğü heder olmayacak şekilde saklamayı öğrenmek istiyorum.
Tırtılları ve larvaları takımlarına kadar ayırabileceğim bir kitap falan bulmak istiyorum. Bulduğum şeyin ergini ne olur hiç bilmiyorum ben ya. Geçen ateş böceği larvası buldum mesela. Gece parlamasa onun ateş böceğine dönüşeceğini hayatta düşünmezdim. İlle 8 hafta boyunca larva mı beslemeliyim -_-
Sanırsam bu kadar. Yavaş yavaş gelecek dönem alacağım ders içeriklerine göz aşinalığı kazansam iyi olacak sanki. Epey ağır bir dönem olacak :/
Tekrar inek olmak istiyorum. İnek olmak iyiydi ya. Tembellik kötü.
Daha cDNA ne işe yarar öğrenmiş değilim, yarın cDNA'den realtime PCR yapıceğmişiz. PCR, polymerase chain reaction, Türkçesiyle PZR, polimeraz zincir reaksiyonu -çok Türkçe-, elindeki minnacık DNA'yı çoğaltmak için yapılan bir işlem, diye biliyordum ben, bakteri ve RNA çoğaltmak için de kullanılıyormuş. Araştırmadığım bir sebepten (!) RNA olduğu gibi çoğaltılamazmış, cDNA yapıp ondan PZR'ye geçmek gerekirmiş ve ben cDNA protokolünü yarım yamalak anlar gibi yaptığım halde, tam olarak ne yaptığımızı ve ne yapmaya çalıştığımızı araştırmış değilim. Mikrobiyolojiyi almadan staj yapmak çok zor gerçekten. Okuyarak kapatılabilir, şu an bulunduğum konum sayesinde -o kadar bilinçsiz değilim- fakat mükemmel tembelliğim sayesinde, günde 2-3 makale okuyabilecek vaktim olduğu halde, işime yarar makaleyi değil, alelade, önüme çıkan herhangi bir yeni yazılmış makaleyi okumayı tercih ediyorum. Ben gerçekten işimi seviyor muyum? Pratikte evet, her ne yapıyorsak, o yaptığım şey çok eğlenceli geliyor, fakat manyak mıyım ne, literatüre hakim olmadığımı bildiğim, bunun bir eksiklik olduğunu bildiğim halde, araştırmıyorum. Araştırmamak? Bilimle uğraşan kim araştırmaz yahu? En temel taşı bu. Geçen senenin başında yakama yapışan tembelliği suçlar gibi olsam da, beni değiştirmek benim elimde değil mi ya? Bahaneye ihtiyacım var mı cidden? Bahanem olursa yaptığım -yapmadığım- şeyi meşru kılar mı :/ Meşru değil de kelime, şu aralar kelime dağarcığım harbi dar. Neysem, cDNA, realtime PCR ilk iş öğrenilmesi gerekenler.
Dumanlı apolloyla, küçük beyaz meleğe takmış durumdayım, ama az bekleyebilir.
Kaplan kırlangıçkuyruk görmüştüm, keşke tırtılını bulsam da gördüğüm şeyin gerçekten kırlangıçkuyruk olduğunu anlasam (çok hızlı uçuyor yahu, kelebek dediğin az yavaş olur!).
Bir sürü yeni bitkicik çıktı. Elimdeki ODTÜ Kampüsü Kır Çiçekleri Rehberi kitabı bir miktar eski ve kaynak olarak bi onu kullandığımdan -koskoca kütüphane var oysa ki- gördüğüm şeylerin ne olduğunu çözemiyorum. Hezarenler açmış durumda haftalardır, bugün ancak fotoğrafını çektim. Bir de kameram iyi değil ya (telefon, demek istedim) o haliyle çekmek istemiyorum. Bir de daha önce dediğim gibi, ODTÜ'nün insanları bi manyak. Evet yere eğilmiş toprağın fotoğrafını çekiyorum, n'olmuş?
Sonram, Yalıncak'a çıkıcam. Bu sefer çıkıcam! Kameralı veya değil, bir görücem oraları. Ne deli kelebek yapmıştır şimdi. Hayatımda görmediğim börtü böcekler falan. Lohusa çiçeği (Aristolochia) varmış kampüste, yazın açmış olması gerek. Onu bari görsem. Arı rolü yapan sinekler falan var ^^ çoğtatlı.
Yelkovan adında bir kuş olduğunu öğrendim geçende. Fotoğrafını çekemedim. Gözükmediler.
Ev kırlangıcını tanıyabiliyorum artık.
Toygar dediğin serçedir, hala.
Hacettepe'den ayrılmadan hemen önce 4 sınıfın da ders notlarını çekmiştim paylaşımdan, hehe (sevgili Mehmet Ali hocam, söz kimseyle paylaşmıyorum onları, hem henüz hala öğrenciydim o zamanlar :P). İçinde mikrobiyoloji de var, onu okuyayım. Bilmediğim ÇOK şey var :(
Dinsel inançlar ve düşünceler tarihi diye bir kitap almıştım. İyi güzel de, farketmeden 3. cildini almışım (yuh). İlk konu orta asyada dindi. E çocukluğumdan beri anlatılan şeyler (içinde işlerine gelmeyenlerini anlatmamışlar ama) haliyle sıkıldım. Güzel kitap yine de, insan döne döne yine aynı inançlara dönmüş ya -din bazlı değil dediğim, atıyorum, ölülerin yaşaması- ilginç geldi, kitabı bir haftadır okumuyorum -_- onu okuyup bitireyim, diğer ciltlerini alayım.
Bitkilerin nasıl kurutulacağını Hacettepedeyken meraktan öğrenmiştim. Zooloji labında alkole yatırılmış böcekler incelemiştik neredeyse yarım asırlık. Bazı omurgalı ve omurgasız hayvanların alkolde yıllarca saklanabileğini biliyorum. Ama mesela, yusufçuklar, çekirgeler, arılar falan alkolün içinde erimişti. Yanlış saklanma koşullarından mı yoksa onları alkole yatırmamak mı gerekir bilmiyorum. Bir de yapısal pigmentli olmayan canlılar (yani renkleri ışığın tabakalarda farklı derecelerde kırılmasıyla oluşan canlılar) alkole yatarsa rengini kaybeder (yani renkleri pigmentlerle sağlanan canlılar, pigment alkolde çözünüyor). Tüm bildiklerim bunlar. Bunların üstüne ek yapıp bulduğum börtü böcüğü heder olmayacak şekilde saklamayı öğrenmek istiyorum.
Tırtılları ve larvaları takımlarına kadar ayırabileceğim bir kitap falan bulmak istiyorum. Bulduğum şeyin ergini ne olur hiç bilmiyorum ben ya. Geçen ateş böceği larvası buldum mesela. Gece parlamasa onun ateş böceğine dönüşeceğini hayatta düşünmezdim. İlle 8 hafta boyunca larva mı beslemeliyim -_-
Sanırsam bu kadar. Yavaş yavaş gelecek dönem alacağım ders içeriklerine göz aşinalığı kazansam iyi olacak sanki. Epey ağır bir dönem olacak :/
Tekrar inek olmak istiyorum. İnek olmak iyiydi ya. Tembellik kötü.
12 Haziran 2012 Salı
Okunası; homeopati nedir?
Yazan
hia
zaman:
6/12/2012 04:07:00 ÖÖ
Homeopati adını ilk kez Acaib-i Alem'den duymuştum. Aşılarla ilgili bir konuydu. Aşıların gerçekten yararlı olup olmadığına dair İngilizce bir yazı vardı sanırım. Homeopatların zararlarını yararından çok bulduğunu o yüzden aşı olmayı reddettiklerini, Anadoluda epeyce homeopat bulunduğunu söylemişti. Tuhaf bulmuştum ama homeopati nedir araştırmaya vaktim olmamıştı (ah şu tembellik!).
Şurda güzel bir yazı var, aşı konusuna değil, başka şeylere değiniyor:
Yalansavar - Tavşanın suyunun suyu -1; Homeopati nedir ne değildir?
Şurda güzel bir yazı var, aşı konusuna değil, başka şeylere değiniyor:
Yalansavar - Tavşanın suyunun suyu -1; Homeopati nedir ne değildir?
7 Haziran 2012 Perşembe
Neden doğmuş olan herkes, doğmuş olmayı istemek zorunda?
Yazan
hia
zaman:
6/07/2012 02:51:00 ÖÖ
Merhabalar,
Hadi karışmayayım, yazmamayayım demiştim. Ama bu kürtaj olsundu/olmasındı tartışması beni eğeyce ilgilendiriyor. Hem bu tartışma benim bedenim üzerinden yapıldığı için, hem de kürtaj olamamış bir annenin çocuğu olduğum için.
Annemin babanesi, kızlar okumaz diyerek 5. sınıftan sonrasını okutturmamış. Aynı kadının, doktora gidilmez diyerek 2 torununun ölümüne neden olduğunu da belirtmek gerek. Kendisini pek sevmem. neyse.
Annemin babası hadi bir nebze, annesi ise hiç eğitim görmemiş. Babası sürekli şehir/ülke dışında çalıştığından annesiyle büyümüş. Ananem kendi bildikleri ne kadarsa ancak o kadarını öğretmiş çocuklarına. Yani annem pek eğitimli bilinçli biri sayılmaz.
Babamla evlendiklerinde nasıl çocuk yapılmadığını bilmiyormuş. İstemezsem olmaz sanıyormuş. Babam biliyormuş, da, annemin uzun süre çocuk istemediğini bildiğinden ve kendisi kocaman büyük aileleri sevdiğinden anlatmamış anneme. Bi kere hamile kalmış, hamile olduğunun bile farkında olmadan düşmüş bebek. Annem doktora sormamış nasıl bebek oluyor diye, kaza oldu sanmış. Bir iki ay sonra tekrar hamile kalmış. Kullandığı bir ilaçtan dolayı kalp kapakçığı eksik olan abim doğmuş. İlacı veren doktora dava açmaya kalkıştıkları gün doktor ölmüş. Sağlık masrafları yüklüce bir çocukla kala kalmışlar. Üstelik doktorlar 5 yaşına kadar anca yaşar demiş annem babam iyice tırlatmış. Uzun süre çocuk yapmamaya karar vermişler. Babam korunmaya başlamış, o sıra ilaçla doğum kontrol ne kadar yaygındı, ilaçları babamın maaşının iki katı olan abim varken bir de ona para verebilirler miydi bilmiyorum. 2 yıl sonra bir şekilde, yanlışlıkla hamile kalmış yine annnem. Ama babam zaten korunuyor ya, hamile olduğunun farkına varmamış. Bir de şans bu ya, rahime tutanamayan bir bebekmişim, rahime yerleşmeye çalıştıkça kanatıyormuşum. Bu kanama yaklaşık regl zamanlarına denk geldiğinden annem hamile olduğunu anlayamamış. Hamilelikte normalde kanama olmaz, ne bilsin. Diğer sorunlar varmış, işte kusma vs, ama artık öyle istemiyormuş ki hamile kalmayı, böyle bişey olabileceğini düşünmek bile istememiş.
Ben 5. aylıkken dayanamayıp doktora gitmiş. Doktor hamile oldğunu söylemiş, annem çıldırmış. Kürtaj olmak istediğini söylemiş, doktor 5 aylık olduğumdan mümkün olmadığını söylemiş. Ağlamış zırlamış ikna edememiş, başka doktora gitmiş. Diğer doktorun kürtaj yapmadığını söylemiş. Doktor biraz çakallık yapmış, rahme yerleşemeyen bir bebek ve onu düşürmek isteyen bir anne var karşısında. Ama yasal sınırı geçeli 2 ay olmuş. Doktor anneme iğneler vermiş. Bunları olursan çocuk düşer, ama düşmezse artık doğurmak zorundasın. İnanmış annem, kullanmış 2 ay boyunca. Fakat doktor benim için vitamin ilaçları vermiş meğersem. 7. ayda annem farketmiş durumu. Mecbur, doğurmaya karar vermiş.
İşte o zamandan sonra seni sevmeye başladım diyor da ona hiç inanmıyorum. Doğumdan sonra doğum sonrası depresyona girmiş. Düşün, bir yanda doktorların ölecek dediği çocuğu, bir yanda istemediği başka bir çocuk. Hiç uyumayan, yemeyen, hep hasta, hep mızmız bebeklermişiz ikimizde, hiç yardımcı olmamışız yüklerini azaltmaya. İnanmıyorum diyorum ya, çocukken bişey vardı, bi eksiklik vardı. Onların benim ailem olduğunu kabul edemiyordum. Kapıyı çalıp beni gerçek aileme götürmeye gelmiş hemşireyi bekledim yıllarca. Bu fikri nasıl buldum hiç bilmiyorum. Okula bile başlamamıştım. Annemin benim annem olduğuna inanmadan büyüdüm gittim. Ben 10 yaşındayken doğum sonrası depresyonda olduğu farkedildi. Ben 16'ma geldiğimde zorla bana prensesim demesini istemiştim. Genelde adım dışında bişeyle bana seslenmezdi. Güzelim, tatlım, şuyum, buyum hiç demedi zaten. Çocuklar fark eder, minnacıkken bile, kimlerin onu sevip kimlerin onu sevmediğini farkeder. Ben maalesef istenmediğimi farketmiştim, durumumuz zaten iyi değildi, abim 10 yaşına kadar, doktorların sorunu kalmadı dediği güne kadar sürekli hastaydı. Ve ben kendimi fazlalık, bir yük gibi hissediyordum. Ailemden hiç birşey istememeye hatta yemek yememeye başladım. Zaten iştahsız bir çocuk olduğum için farkedilmedi bu. Sonra büyüdüm, annem yaptıklarının daha farkında olmaya başladı. Benimle ilgilenmeye, dertlerimi sormaya başladı. Onca yıldan sonra o kadar yapay geliyordu ki bana, hala öyle, sadece sorduğu kadarını anlatmaya, onun ilgilendiği kadar kendisiyle ilgilenmeye başladım. O zamanlara kadar (16-17 yıl kadar) bi kere derdimi anlatmadığım annem bir anda çark etmişti, ailenin gerçek kızı olduğumu kabullenmiştim. Hala içime sinmediği için mutlu değil, ama idare eder. Bir şekilde düzelmesi lazım.
Çocukken annemin doğum kontrol haplarını buldum. Artık bebeğin nasıl yapıldığını biliyor. Bildiğim kadarıyla benden sonra bir daha hamile kalmadı. Ben 10 yaşındayken kanserden rahmini aldırdı, zaten o zaman anlaşıldı depresyon. Daha erken, ben 7 yaşındayken evde 3. kardeşimizi (ki yok) aradığı için gittiği psikolog depresyonu niye farkedemedi anlamadım.
Diyeceğim o ki, sorun doğurmak değil. Yaşama hakkı var diyorsunuz, ki buna da pek inanmıyorum, ne tür bir yaşamdan bahsediyorsunuz? Şuan hayatım idare eder düzeyde, nefret ettiğim çocukluğumdan kat be kat iyi halde olsa bile, hiç doğmamış olmayı dilerdim. Hasta çocukları olan fakir bir aileye ikinci çocuk olmamak isterdim. Yaşadıklarımın hiç birini yaşamamış olmayı dilerdim. 16 yaşına kadar aileden biri olduğu manen kabul görmeyen çocuk olmak istemezdim. Zorda kalındığı için doğmuş olan çocuk olmayı istemezdim. Ama oldu. Hani soruyorsunuz ya, ya o çocuk yaşamak istiyorsa diye. Ya o çocuk yaşamak istemiyorsa?
Doktor beni gizlice, 5 ayllıkken alsaydı, emin olun, ona teşekkür ederdim.
Hadi karışmayayım, yazmamayayım demiştim. Ama bu kürtaj olsundu/olmasındı tartışması beni eğeyce ilgilendiriyor. Hem bu tartışma benim bedenim üzerinden yapıldığı için, hem de kürtaj olamamış bir annenin çocuğu olduğum için.
Annemin babanesi, kızlar okumaz diyerek 5. sınıftan sonrasını okutturmamış. Aynı kadının, doktora gidilmez diyerek 2 torununun ölümüne neden olduğunu da belirtmek gerek. Kendisini pek sevmem. neyse.
Annemin babası hadi bir nebze, annesi ise hiç eğitim görmemiş. Babası sürekli şehir/ülke dışında çalıştığından annesiyle büyümüş. Ananem kendi bildikleri ne kadarsa ancak o kadarını öğretmiş çocuklarına. Yani annem pek eğitimli bilinçli biri sayılmaz.
Babamla evlendiklerinde nasıl çocuk yapılmadığını bilmiyormuş. İstemezsem olmaz sanıyormuş. Babam biliyormuş, da, annemin uzun süre çocuk istemediğini bildiğinden ve kendisi kocaman büyük aileleri sevdiğinden anlatmamış anneme. Bi kere hamile kalmış, hamile olduğunun bile farkında olmadan düşmüş bebek. Annem doktora sormamış nasıl bebek oluyor diye, kaza oldu sanmış. Bir iki ay sonra tekrar hamile kalmış. Kullandığı bir ilaçtan dolayı kalp kapakçığı eksik olan abim doğmuş. İlacı veren doktora dava açmaya kalkıştıkları gün doktor ölmüş. Sağlık masrafları yüklüce bir çocukla kala kalmışlar. Üstelik doktorlar 5 yaşına kadar anca yaşar demiş annem babam iyice tırlatmış. Uzun süre çocuk yapmamaya karar vermişler. Babam korunmaya başlamış, o sıra ilaçla doğum kontrol ne kadar yaygındı, ilaçları babamın maaşının iki katı olan abim varken bir de ona para verebilirler miydi bilmiyorum. 2 yıl sonra bir şekilde, yanlışlıkla hamile kalmış yine annnem. Ama babam zaten korunuyor ya, hamile olduğunun farkına varmamış. Bir de şans bu ya, rahime tutanamayan bir bebekmişim, rahime yerleşmeye çalıştıkça kanatıyormuşum. Bu kanama yaklaşık regl zamanlarına denk geldiğinden annem hamile olduğunu anlayamamış. Hamilelikte normalde kanama olmaz, ne bilsin. Diğer sorunlar varmış, işte kusma vs, ama artık öyle istemiyormuş ki hamile kalmayı, böyle bişey olabileceğini düşünmek bile istememiş.
Ben 5. aylıkken dayanamayıp doktora gitmiş. Doktor hamile oldğunu söylemiş, annem çıldırmış. Kürtaj olmak istediğini söylemiş, doktor 5 aylık olduğumdan mümkün olmadığını söylemiş. Ağlamış zırlamış ikna edememiş, başka doktora gitmiş. Diğer doktorun kürtaj yapmadığını söylemiş. Doktor biraz çakallık yapmış, rahme yerleşemeyen bir bebek ve onu düşürmek isteyen bir anne var karşısında. Ama yasal sınırı geçeli 2 ay olmuş. Doktor anneme iğneler vermiş. Bunları olursan çocuk düşer, ama düşmezse artık doğurmak zorundasın. İnanmış annem, kullanmış 2 ay boyunca. Fakat doktor benim için vitamin ilaçları vermiş meğersem. 7. ayda annem farketmiş durumu. Mecbur, doğurmaya karar vermiş.
İşte o zamandan sonra seni sevmeye başladım diyor da ona hiç inanmıyorum. Doğumdan sonra doğum sonrası depresyona girmiş. Düşün, bir yanda doktorların ölecek dediği çocuğu, bir yanda istemediği başka bir çocuk. Hiç uyumayan, yemeyen, hep hasta, hep mızmız bebeklermişiz ikimizde, hiç yardımcı olmamışız yüklerini azaltmaya. İnanmıyorum diyorum ya, çocukken bişey vardı, bi eksiklik vardı. Onların benim ailem olduğunu kabul edemiyordum. Kapıyı çalıp beni gerçek aileme götürmeye gelmiş hemşireyi bekledim yıllarca. Bu fikri nasıl buldum hiç bilmiyorum. Okula bile başlamamıştım. Annemin benim annem olduğuna inanmadan büyüdüm gittim. Ben 10 yaşındayken doğum sonrası depresyonda olduğu farkedildi. Ben 16'ma geldiğimde zorla bana prensesim demesini istemiştim. Genelde adım dışında bişeyle bana seslenmezdi. Güzelim, tatlım, şuyum, buyum hiç demedi zaten. Çocuklar fark eder, minnacıkken bile, kimlerin onu sevip kimlerin onu sevmediğini farkeder. Ben maalesef istenmediğimi farketmiştim, durumumuz zaten iyi değildi, abim 10 yaşına kadar, doktorların sorunu kalmadı dediği güne kadar sürekli hastaydı. Ve ben kendimi fazlalık, bir yük gibi hissediyordum. Ailemden hiç birşey istememeye hatta yemek yememeye başladım. Zaten iştahsız bir çocuk olduğum için farkedilmedi bu. Sonra büyüdüm, annem yaptıklarının daha farkında olmaya başladı. Benimle ilgilenmeye, dertlerimi sormaya başladı. Onca yıldan sonra o kadar yapay geliyordu ki bana, hala öyle, sadece sorduğu kadarını anlatmaya, onun ilgilendiği kadar kendisiyle ilgilenmeye başladım. O zamanlara kadar (16-17 yıl kadar) bi kere derdimi anlatmadığım annem bir anda çark etmişti, ailenin gerçek kızı olduğumu kabullenmiştim. Hala içime sinmediği için mutlu değil, ama idare eder. Bir şekilde düzelmesi lazım.
Çocukken annemin doğum kontrol haplarını buldum. Artık bebeğin nasıl yapıldığını biliyor. Bildiğim kadarıyla benden sonra bir daha hamile kalmadı. Ben 10 yaşındayken kanserden rahmini aldırdı, zaten o zaman anlaşıldı depresyon. Daha erken, ben 7 yaşındayken evde 3. kardeşimizi (ki yok) aradığı için gittiği psikolog depresyonu niye farkedemedi anlamadım.
Diyeceğim o ki, sorun doğurmak değil. Yaşama hakkı var diyorsunuz, ki buna da pek inanmıyorum, ne tür bir yaşamdan bahsediyorsunuz? Şuan hayatım idare eder düzeyde, nefret ettiğim çocukluğumdan kat be kat iyi halde olsa bile, hiç doğmamış olmayı dilerdim. Hasta çocukları olan fakir bir aileye ikinci çocuk olmamak isterdim. Yaşadıklarımın hiç birini yaşamamış olmayı dilerdim. 16 yaşına kadar aileden biri olduğu manen kabul görmeyen çocuk olmak istemezdim. Zorda kalındığı için doğmuş olan çocuk olmayı istemezdim. Ama oldu. Hani soruyorsunuz ya, ya o çocuk yaşamak istiyorsa diye. Ya o çocuk yaşamak istemiyorsa?
Doktor beni gizlice, 5 ayllıkken alsaydı, emin olun, ona teşekkür ederdim.
2 Haziran 2012 Cumartesi
Gelişmekte olan ülkeler arasında Türkiye
Yazan
hia
zaman:
6/02/2012 04:44:00 ÖÖ
Madem bu blog linkleri, bilgileri unutmayayım, çabuk bulayım diye var, öyleyse biyoloji dışı bir bilgiyi de yerleştirebilirim.
Bugünün sitesi, OECD - Daha iyi yaşam indeksi; http://www.oecdbetterlifeindex.org/ Türkiye şurda irdelenmiş; http://www.oecdbetterlifeindex.org/countries/turkey/
Sitenin Türkçesi yok. Google Translate denenebilir ama karmaşık cümleleri, ara cümle içeren veya parantezli cümleleri kötü çeviriyor.
Kendimce özetim aşağıda. Facebook'tan kopyaladığım için büyük-küçük harf şeysine dikat edilmemiş olabilir :/
1- türkiyede ortalama bir birey yılda, OECD ülkelerinin ortalaması olan 22 387 amerikan dolarından az kazanıyor.
2- en zenginle en fakir arasında büyük bir boşluk var. nüfusun %20sini oluşturan en zengin kısmı, %20sini oluşturan en fakir kısmından 8 kart daha fazla kazanıyor.
3- 15-64 yaş arasındaki bireylerin %46sının maaşlı bir işi var, OECD ülkelerinde bu %66. erkeklerin yüzde %67 maaşı bir işte çalışırken, kadınlarda bu oran %26. türkiyede insanlar yılda ortalama 1877 saat çalışıyor, bu oecd ülkelerinin ortalaması olan 1749 saatten epey fazla. çalışanların %43sinin çok uzun çalışma saatleri var.
4- 25-64 yaş arası bireylerin %33ü lise ve eşdeğer okullardan mezun, bu OECD ortalamasından (%74) çok daha düşük. Erkeklerin %35, kadınların ise %26sı lise ve dengi okullardan mezun. bu fark, OECD ülkelerine göre daha fazla. eğitimin kalitesine bakarsak, PISA (uluslararası öğrenci değerlendirme programı)'nın yaptığı "okuduğumuzu anladık mı", matematik, fen testinden öğrenciler ortalama 455 ile 497 olan OECD ortalamasından düşük. kızlar oğlanlardan 15 puan daha fazla almış, OECD ortalaması 9.
5- türkiyede ortalama yaşam 74 yıl, OECD ortalamasından 6 yıl düşük. Bu kadınlarda 77 yılken, erkeklerde 72 yıl. atmosferik PM10 (ciğerlere zarar veren havadaki kirletici partikül) seviyesi 37 miligram/litreküp. bu oranın OECD'de 22 mg/l^3 olduğunu düşünürsek epey fazla çıkıyor (ek bilgi: her nefes alışın 0.8-1.2 litre arası). ayrıca türkiyede su kalitesi OECD ülkelerinden daha düşük, halkın %65i su kalitesinden memnun olduğunu söylüyor, bu oran OECD'de %85.
6- yurttaş katılımı ve toplumsal duyarlılık konusunda, -ek bilgi, türkiyenin toplamda 0 aldığı tek parametre, bizden sonra gelen kore ise 4.4 ile sondan ikinci- türkiyedeki insanların %69u ihtiyacı olduğu anda kime güvenebilceklerini bildiklerini söylemiş. bu OECD ülkelerinde bu oranın %91 olduğu düşünülürse neden toplamda 0 aldığımız anlaşılabilir. halkın devlete olan güveni ve toplumsal yurttaş katılımı geçen seçimlerde %83dü, OECD ortalaması %73.
7- genel olarak, türkler -türkiye vatandaşları olmasın?- hayatlarından az memnun. %56, ortalama bir günde daha olumlu deneyimlerinin (mutluluk, rahatlama hissi vs) olumsuz deneyimlerinden (üzüntü, sıkıntı, acı vs) daha fazla olduğunu söylüyor, OECD için bu oran %72.
Bugünün sitesi, OECD - Daha iyi yaşam indeksi; http://www.oecdbetterlifeindex.org/ Türkiye şurda irdelenmiş; http://www.oecdbetterlifeindex.org/countries/turkey/
Sitenin Türkçesi yok. Google Translate denenebilir ama karmaşık cümleleri, ara cümle içeren veya parantezli cümleleri kötü çeviriyor.
Kendimce özetim aşağıda. Facebook'tan kopyaladığım için büyük-küçük harf şeysine dikat edilmemiş olabilir :/
1- türkiyede ortalama bir birey yılda, OECD ülkelerinin ortalaması olan 22 387 amerikan dolarından az kazanıyor.
2- en zenginle en fakir arasında büyük bir boşluk var. nüfusun %20sini oluşturan en zengin kısmı, %20sini oluşturan en fakir kısmından 8 kart daha fazla kazanıyor.
3- 15-64 yaş arasındaki bireylerin %46sının maaşlı bir işi var, OECD ülkelerinde bu %66. erkeklerin yüzde %67 maaşı bir işte çalışırken, kadınlarda bu oran %26. türkiyede insanlar yılda ortalama 1877 saat çalışıyor, bu oecd ülkelerinin ortalaması olan 1749 saatten epey fazla. çalışanların %43sinin çok uzun çalışma saatleri var.
4- 25-64 yaş arası bireylerin %33ü lise ve eşdeğer okullardan mezun, bu OECD ortalamasından (%74) çok daha düşük. Erkeklerin %35, kadınların ise %26sı lise ve dengi okullardan mezun. bu fark, OECD ülkelerine göre daha fazla. eğitimin kalitesine bakarsak, PISA (uluslararası öğrenci değerlendirme programı)'nın yaptığı "okuduğumuzu anladık mı", matematik, fen testinden öğrenciler ortalama 455 ile 497 olan OECD ortalamasından düşük. kızlar oğlanlardan 15 puan daha fazla almış, OECD ortalaması 9.
5- türkiyede ortalama yaşam 74 yıl, OECD ortalamasından 6 yıl düşük. Bu kadınlarda 77 yılken, erkeklerde 72 yıl. atmosferik PM10 (ciğerlere zarar veren havadaki kirletici partikül) seviyesi 37 miligram/litreküp. bu oranın OECD'de 22 mg/l^3 olduğunu düşünürsek epey fazla çıkıyor (ek bilgi: her nefes alışın 0.8-1.2 litre arası). ayrıca türkiyede su kalitesi OECD ülkelerinden daha düşük, halkın %65i su kalitesinden memnun olduğunu söylüyor, bu oran OECD'de %85.
6- yurttaş katılımı ve toplumsal duyarlılık konusunda, -ek bilgi, türkiyenin toplamda 0 aldığı tek parametre, bizden sonra gelen kore ise 4.4 ile sondan ikinci- türkiyedeki insanların %69u ihtiyacı olduğu anda kime güvenebilceklerini bildiklerini söylemiş. bu OECD ülkelerinde bu oranın %91 olduğu düşünülürse neden toplamda 0 aldığımız anlaşılabilir. halkın devlete olan güveni ve toplumsal yurttaş katılımı geçen seçimlerde %83dü, OECD ortalaması %73.
7- genel olarak, türkler -türkiye vatandaşları olmasın?- hayatlarından az memnun. %56, ortalama bir günde daha olumlu deneyimlerinin (mutluluk, rahatlama hissi vs) olumsuz deneyimlerinden (üzüntü, sıkıntı, acı vs) daha fazla olduğunu söylüyor, OECD için bu oran %72.
Özetle; Türkiye bir çok ülkeden daha mutsuz, daha kötü şartlarda yaşıyor. Ancak devlete olan güvene baktığımızda ve yıllardır (sadece son iki üç seçim değil, öncesinde de) Türkiye kalite bakımından yerinde (tamam bi çıkıp bi düşüyor olabilir) sayıdığı halde, belki bu yüzden, ne kadar kötü durumda olduğunun farkında değil.
1 Haziran 2012 Cuma
Fibröz Displazi
Yazan
hia
zaman:
6/01/2012 07:26:00 ÖÖ
Bir ara İngilizce sunumunu arıyordum. Sonra Yael Naim'in toxic cover'ını gördüm onu izlemeye koyuldum. Youtube'un yeni özelliği sanırım, sağda ilgili videoları göstermek yerine son izlediklerime benzer videoları gösteriyor -_- Khan Academy'nin calculus (cebir değil bu ya, cebir algebra oluyor) videolarının yanında trisomy 18 videosu gördüm. 6 aylıkken ölen çocukları için hatıra videosu hazırlamışlar. Trisomy 18'e biraz baktım. Sonra henüz anne karnında 3-4 aylıkken düşen kıpkırmızı et yığını insansı maddeye (?) yapılan videoyu gördüm. O en saçmasıydı. Bebeğimiz diyerek -ki haklılar- hatıra/veda videosu çekmek istemişler, eyvallah, da, bebeğim dediğin ölü beden henüz insana benzemiyor bile? Kıpkırmızı, gözleri yerine karanlık bir nokta, ağzı burnu bulunmayan bişey. O kadar küçükken ölmüş. Onu bi de giydirmişler (wtf), oyuncak ayının kucağına koymuşlar, kanatlar takmışlar bilgisayarda. Abi, ben mi manyağım? Ölü bedeni niye manyak isteklerine alet ediyorsun ki? Ortaya çıkan şey de acaip saçma. Düşünsene geçen diyalogları "hadi bir de oyuncak bebeğe gelinlik giydirelim, kafasını söküp kendi bebeğimizi koyalım öyle fotoğraf çektirelim". Gerçekten öyle fotoğraf çektirmişler gördüm -_- Bu insanlar bazen manyaklaşabiliyor. Sonra iki bebek videosu izledik diye doğum videosu önerdi. Doğum korkunç bişey. Doğum izleyinde ameliyat etiketini izlemiş oldum böylelikle fibröz displazi ameliyatına denk geldim.
Procrastination rulz.
Discovery Channel'ın "Extraordinary Stories" adlı programınınn 15 dakikalık 2 bölümde (http://www.youtube.com/watch?NR=1&v=xk7yEj4g5YI ve http://www.youtube.com/watch?NR=1&v=QNojPnonglk) anlatılıyor Haitili Marlie'nin hikayesi. 3 yaşındayken, ailesi yüzünde oluşan asimetriyi farkediyor ve 14 yaşına gelene kadar doktor doktor geziyorlar. Kimse neden olduğunu, ne olduğunu veya nasıl durdurulacağını bilmiyor. Son 5 yıl, Marlie'nin suratı o kadar değişiyor ki, aynaya bakmıyor, okula gitmeyi bırakıyor. Sonra ikiz iki hemşireye gösteriyorlar. Hemşireler nasıl bir hastalık olduğunu anlamasalar da, Marlie'ye yardım için epey çalışıyorlar. Haitili insanlar bunun bir voodoo büyüsü, bir lanet olduğunu söyledikçe Marlie sokağa çıkmayı da bırakıyor. En sonunda, hemşireler Miami bir doktorun ilgisini çekiyor, ameliyat için yardım kuruluşlarını ikna ediyorlar ve Marlie Amerikaya gidiyor. Doktoru bunun tümör değil, fibröz displazi (türkçe şu link) olduğunu, yumuşak doku büyümesi değil, tamamen yüz kemiklerinin deforme olmasından kaynaklandığı söylüyor ve devam ediyor "bu fazlalık" kemik 7 kilo ağırlığında, hepsinin alınması gerekiyor (tüm yüz kemiklerinin alındığını düşün?) Marlie henüz 14 yaşında, ameliyat için fazla genç. Bu da ameliyatı epey zorluyor.
Displazi muhtemelen anne karnındayken oluşmuş ve her ne kadar yüzünde çok belirgin olsa da, videoda farkedersiniz, vücudundaki her kemikte var (bacaklarından anlaşılıyor). Nefes almasını ve yemek yemesini zorlaştırıyor ve kafasından ağır bu yükü iki eliyle kaldırıyor :(
Önce nefes alması ve yemek yiyebilmesi için boğazına bir delik açıyorlar. Kafatasının 3D maketini çıkartıyorlar ve ameliyat çok zor olduğundan iki döneme ayırıyorlar, önce nefes alması için üst yüzü, sonra alt çene ve boyun bölgesi.
Ameliyatta gözüyle üst çene arası tüm kemikleri çıkarıp platinden implant takılıyor. Ameliyat sırasında doktor fazla sıvı bulunduğunu farkediyor ve muhtemelen ağırlığın bu tuhaf (videoda fışkıran) beyaz sıvıdan kaynaklandığını düşünüyor. Marlie ikinci ameliyata kendini hazır hissedince, alt çenesinin yerine platin çene takılacak ikinci ameliyat başlıyor. Tabii, çene kemiğini tümden alınca, yutkunması, yemek yemesi, çiğneyebilmesi için çene kasları yeni implanta "bağlanıyor".
Ben yüzünün daha normal gözükeceğini ummuştum, hala sağ sol asimetrisi var yüzünün. Ama o yüzünün bu haliyle mutlu ve artık kemikler alındığına göre, tekrardan büyümeyecek. Wikipedia'nın dediğine göre gözlerini aynı hizaya getirmek, yüz şeklini düzeltmek ve dikişlerini andırmak için 7 kez ameliyat olmuş. Hepsi yardım kuruluşları sayesinde. İlk ameliyat 2005'de son ameliyat 2007'deymiş. Kardeşlerine onu ameliyattan sonra ilk kez görünce neler düşündükleri soruluyor. Ablası "eskiden ona baktığımda bir hayvan görüyordum, şimdiyse o bizim gibi insan" diyor. Dürüst epey. Küçük kardeşi "artık nefes alabileceği için mutluyum" diyor. Temiz kalpli. Babası "onun ölüceğinden emindim" diyor -ki, ameliyat olmasaydı muhtemelen ölücekti :/.
"The community used to call her a monster, now turns out they want to greet her"
Displazi, dünya üzerinde oldukça ender -150 bin hasta var. Sadece %3 kadarı hayatını tehlikeye sokacak kadar hasta. Genelde ergenlik öncesinde farkedilirmiş. Öyle işte.
1.5 saatimi buna verdiğime göre yemek yiyeyim. Sunumu sonra düşünürüm.
Procrastination rulz.
Discovery Channel'ın "Extraordinary Stories" adlı programınınn 15 dakikalık 2 bölümde (http://www.youtube.com/watch?NR=1&v=xk7yEj4g5YI ve http://www.youtube.com/watch?NR=1&v=QNojPnonglk) anlatılıyor Haitili Marlie'nin hikayesi. 3 yaşındayken, ailesi yüzünde oluşan asimetriyi farkediyor ve 14 yaşına gelene kadar doktor doktor geziyorlar. Kimse neden olduğunu, ne olduğunu veya nasıl durdurulacağını bilmiyor. Son 5 yıl, Marlie'nin suratı o kadar değişiyor ki, aynaya bakmıyor, okula gitmeyi bırakıyor. Sonra ikiz iki hemşireye gösteriyorlar. Hemşireler nasıl bir hastalık olduğunu anlamasalar da, Marlie'ye yardım için epey çalışıyorlar. Haitili insanlar bunun bir voodoo büyüsü, bir lanet olduğunu söyledikçe Marlie sokağa çıkmayı da bırakıyor. En sonunda, hemşireler Miami bir doktorun ilgisini çekiyor, ameliyat için yardım kuruluşlarını ikna ediyorlar ve Marlie Amerikaya gidiyor. Doktoru bunun tümör değil, fibröz displazi (türkçe şu link) olduğunu, yumuşak doku büyümesi değil, tamamen yüz kemiklerinin deforme olmasından kaynaklandığı söylüyor ve devam ediyor "bu fazlalık" kemik 7 kilo ağırlığında, hepsinin alınması gerekiyor (tüm yüz kemiklerinin alındığını düşün?) Marlie henüz 14 yaşında, ameliyat için fazla genç. Bu da ameliyatı epey zorluyor.
Displazi muhtemelen anne karnındayken oluşmuş ve her ne kadar yüzünde çok belirgin olsa da, videoda farkedersiniz, vücudundaki her kemikte var (bacaklarından anlaşılıyor). Nefes almasını ve yemek yemesini zorlaştırıyor ve kafasından ağır bu yükü iki eliyle kaldırıyor :(
Önce nefes alması ve yemek yiyebilmesi için boğazına bir delik açıyorlar. Kafatasının 3D maketini çıkartıyorlar ve ameliyat çok zor olduğundan iki döneme ayırıyorlar, önce nefes alması için üst yüzü, sonra alt çene ve boyun bölgesi.
Ameliyatta gözüyle üst çene arası tüm kemikleri çıkarıp platinden implant takılıyor. Ameliyat sırasında doktor fazla sıvı bulunduğunu farkediyor ve muhtemelen ağırlığın bu tuhaf (videoda fışkıran) beyaz sıvıdan kaynaklandığını düşünüyor. Marlie ikinci ameliyata kendini hazır hissedince, alt çenesinin yerine platin çene takılacak ikinci ameliyat başlıyor. Tabii, çene kemiğini tümden alınca, yutkunması, yemek yemesi, çiğneyebilmesi için çene kasları yeni implanta "bağlanıyor".
Ben yüzünün daha normal gözükeceğini ummuştum, hala sağ sol asimetrisi var yüzünün. Ama o yüzünün bu haliyle mutlu ve artık kemikler alındığına göre, tekrardan büyümeyecek. Wikipedia'nın dediğine göre gözlerini aynı hizaya getirmek, yüz şeklini düzeltmek ve dikişlerini andırmak için 7 kez ameliyat olmuş. Hepsi yardım kuruluşları sayesinde. İlk ameliyat 2005'de son ameliyat 2007'deymiş. Kardeşlerine onu ameliyattan sonra ilk kez görünce neler düşündükleri soruluyor. Ablası "eskiden ona baktığımda bir hayvan görüyordum, şimdiyse o bizim gibi insan" diyor. Dürüst epey. Küçük kardeşi "artık nefes alabileceği için mutluyum" diyor. Temiz kalpli. Babası "onun ölüceğinden emindim" diyor -ki, ameliyat olmasaydı muhtemelen ölücekti :/.
"The community used to call her a monster, now turns out they want to greet her"
Displazi, dünya üzerinde oldukça ender -150 bin hasta var. Sadece %3 kadarı hayatını tehlikeye sokacak kadar hasta. Genelde ergenlik öncesinde farkedilirmiş. Öyle işte.
1.5 saatimi buna verdiğime göre yemek yiyeyim. Sunumu sonra düşünürüm.
31 Mayıs 2012 Perşembe
Yazan
hia
zaman:
5/31/2012 01:51:00 ÖS
Kafamda şekillendirdiğim gibi gitmediği için hiç uğraşmak istemediğim İngilizce final sunumuna çalışmak yerine ne yapabilirim? Erteleme danranışı gösterebilirim. Bence çok güzel gösteririm.
Twitter'a bakıyoruz ve tam o sırada Nature'ın yeni tweet'ini görüyoruz. "Yaşlı insan kokusu gerçek, ama küçültücü demek değil"
Devamı şöyle (makale çevirme alıştırmacasıcası);
"Yeni çalışma gösteriyor ki, çoğu hayvanlar gibi insanlar da kolayca yaşlıların özgün -ama nahoş olmayan- kokusunu tanıyabiliyorlar.
"
ve vazgeçtim. http://www.nature.com/news/old-person-smell-is-real-but-not-necessarily-offensive-1.10763 yaşlı insanlar kokar diyor kısaca.
ekleme: pat diye bırakmadım yahu. her zaman ki gibi okuduğum şeyi farkında olmadan başka şeyleri okumaya başladım. o başka şey buydu: https://www.facebook.com/notes/yele-%C3%B6nen/o%C4%9Flum-olmadan-asla/10150852913502637 sonra düşünceler düşünceler, hay zçmışım yaşlısına kokusuna dedim. yazasım gelmedi bıraktım.
ekleme: pat diye bırakmadım yahu. her zaman ki gibi okuduğum şeyi farkında olmadan başka şeyleri okumaya başladım. o başka şey buydu: https://www.facebook.com/notes/yele-%C3%B6nen/o%C4%9Flum-olmadan-asla/10150852913502637 sonra düşünceler düşünceler, hay zçmışım yaşlısına kokusuna dedim. yazasım gelmedi bıraktım.
22 Mayıs 2012 Salı
Hacettepe'nin bitkileri - 001 Haseki küpesi
Yazan
hia
zaman:
5/22/2012 11:44:00 ÖÖ
Aşırı sevimli bir kedisin sen!
Geçen yıl, ilk kez Beytepe Kütüphanesi önünde gördüğüm bu tuhaf çiçeğe bayılmıştım. Koparıp kurutmuştum Edibe Hocaya sormak için. Leyla aklım sen kurutulmuş çiçeği odada unut, hocanın yanına git :/ Neyse ki mük-kem-mel bir insandır kendisi "çiçeğin arkasında uzantıları var!" dememle bilmişti :) Kütüphaneye sırf onları görmek için gittiğim bile oluyordu bazen. Bu yıl şenliklerde açmışlar mı bakmayı unuttum ya, bugün biyoçeşitlilik panelinden çıkışta baktım, açmışlardı! Hemmencecik fotoğraflarını çektim. Bu sefer koparmadım hiç. Evde kurutulmuş kuruyorlar nasılsa :p
Aşırı güzel değiller mi?
Adı da tam kendisine yakışmış, haseki küpesi Aquilegia. Yine düğünçiçeklerigillerden, Ranunculaceae. Gelincik, kan damlası (adonis) ve haseki küpesi. Üçüde öyle. Üç birbirinden epeyce farklı bu çiçekleri birbirine benzetme yolunu buldum, stamenleri (çiçeğin en ortasındaki, polenleri taşıyan sarı sapçıklar, erkek organ diğer değişle) hep birbirine benziyor. Çoklu, nasıl anlatsam bilemediğim, ama hep aynı şekilde. Tanımlara çalışmalıyım.
Bu güzel yavrucağızımız böcekleri kendine çekmek için arkasına attığı kukületalarının içinde nektar salgılar (yedim, güzeldi).
Geçen yıl, ilk kez Beytepe Kütüphanesi önünde gördüğüm bu tuhaf çiçeğe bayılmıştım. Koparıp kurutmuştum Edibe Hocaya sormak için. Leyla aklım sen kurutulmuş çiçeği odada unut, hocanın yanına git :/ Neyse ki mük-kem-mel bir insandır kendisi "çiçeğin arkasında uzantıları var!" dememle bilmişti :) Kütüphaneye sırf onları görmek için gittiğim bile oluyordu bazen. Bu yıl şenliklerde açmışlar mı bakmayı unuttum ya, bugün biyoçeşitlilik panelinden çıkışta baktım, açmışlardı! Hemmencecik fotoğraflarını çektim. Bu sefer koparmadım hiç. Evde kurutulmuş kuruyorlar nasılsa :p
Aşırı güzel değiller mi?
Adı da tam kendisine yakışmış, haseki küpesi Aquilegia. Yine düğünçiçeklerigillerden, Ranunculaceae. Gelincik, kan damlası (adonis) ve haseki küpesi. Üçüde öyle. Üç birbirinden epeyce farklı bu çiçekleri birbirine benzetme yolunu buldum, stamenleri (çiçeğin en ortasındaki, polenleri taşıyan sarı sapçıklar, erkek organ diğer değişle) hep birbirine benziyor. Çoklu, nasıl anlatsam bilemediğim, ama hep aynı şekilde. Tanımlara çalışmalıyım.
Bu güzel yavrucağızımız böcekleri kendine çekmek için arkasına attığı kukületalarının içinde nektar salgılar (yedim, güzeldi).
Arkaya devam eden uzantuları ve büyüyen tohumu
Edibe Hocanın o zaman dediğini hatırlamaya çalışıyorum. Bu uzantılı yapraklar taç yaprak (petal) değil, çanak yaprakları (sepal). Fotoğraftaki o beyaz başlayıp mor ve sivri biten yapılar var ya hani, ondan bahsediyorum. Gül çiçeğini düşünün, çiçeğin o arkadasındaki tombul yeşil yer olur ya hani 5 tane yaprak çıkar üstünden, o 5 yaprak çiçeğin çanak yaprağı, burda beyaz-mor olan yaprak. İlginç değil mi? :)
Çiçeğimiz 5+5 yapraklı (petal) gözükse de, sadece 5 gerçek taç yaprağa sahip :)
Türünü hiç bilmiyorum, karışmayayım oralara.
Kampüse giderseniz şu aralar çiçekli, gidin görün :)
22 Mayıs 2012, Beytepe Kütüphanesi önü, Hacettepe
Dünya Biyoçeşitlilik Gününüz kutlu olsun!
18 Mayıs 2012 Cuma
ODTÜ'nün bitkileri - 007 Pembe çiçekli at kestanesi
Yazan
hia
zaman:
5/18/2012 09:18:00 ÖÖ
Bu gördüğünüz güzel pembe çiçekli at kestanesi - Aesculus x carnea - olup, bilimsel adlandırılmasındaki x harfi melez olduğunu belirtir. Kendisi bildiğimiz at kestanesiyle (Aesculus hippocastanum, hep beyaz çiçekli olurlar) kırmızı çiçekli at kestanesinin (Aesculus pavia) melezidir.
İlk kez İstanbul'da dikkatimi çekmişti, Ankara'dan çıkınca at kestanesizliğiyle dikkat çekiyor İstanbul. Neyse, yolda giderken bir tane kocaman at kestanesi (ki normalde 30 metreyi aşabiliyormuş) gördüm. Beyaz normal, hep gördüğüm türdendi. O an yanımdaki arkadaşıma gösteremedim, yol boyunca etrafa bakıp yeni bi tane aradım. Sonra ince gövdeli pembe çiçekli at kestanesi gördüm. Emin olamadım onun gerçekten at kestanesi mi, yoksa başka bişey mi olduğuna. Hep beyaz çiçekli görmüştüm ya. Ankara'ya dönünce KKM'nin köşesinde boy boy ağaçların arasında gudikçe bir birey daha buldum :) Yeni ekilmiş sandım o kadar ufak duruyordu ki arkadaşlarının arasında. Meğersem bunun bir ebeveyni (pavia) 5-6 metreymiş (diğeri (hippocastanum) 30 metreyi aşıyor ya) kendisi orta yolu seçmiş, en fazla 20 metre kadar boylanabiliyormuş. 20 metre yine iyi. En alttaki dalına yetişebiliyordum fakat ODTÜ'müz çok süper şahane insanları tuhaf tuhaf baktığından çiçeğinden almadım, hatta 3 fotoğraf çekebildim sadece. Rahatsız edici bakışlar. Ne zaman fotoğraf çekicek olsam karşılaşıyorum. Bu başka günün konusu olsun.
17 Mayıs 2012, ODTÜ KKM köşesi, Aesculus x carnea.
17 Mayıs 2012 Perşembe
ODTÜ'nün bitkileri - 006 Gelincik
Yazan
hia
zaman:
5/17/2012 10:53:00 ÖÖ
15 Mayıs 2012, ODTÜ Fizik arkası
Özür :/
Şöyle ki, benim hatam, yaprağı farklı, tomurcuğu tüylü falan değil, düğünçiçeğigillerden diğer akyıldızınki gibi yeşil, tüysüz, ince uzun bir kılıfla (çanak yaprak sanırım kendisi) korunuyor, çiçek açınca bu kılıf düşüyor. Üstelik gövde çok sert, diğer gelincikler gibi başını öne düşürmüyor. E ben niye yine de gittim gelincik dedim? Hala gelincik, ama Papaver değil. Gelincik gibi çiçeği var diye tüm gelincikgiller ailesinden bir tek Papaver'i uygun gördüm. Kendimi kandırıyorum, dış görünüşü gelincik gibi çiçeği var. Üstten bakınca Papaver cinsi gelinciklerde bariz olan kapsül yumurtalık (şu) gözükmüyor. Yaprak, yumurtalık şekli, bunlar aynı aile içindeki cinsleri hatta aynı cins içindeki türleri birbirinden ayırmak için kullanılan belirgin özellikler. Acemiliğime geldi diyerek kurtulmak istiyorum. Fakat gayet baştansavmalığım yüzünden oldu.
Öyleyse düzeltelim!
Kendisi düğünçiçekleri takımından (Ranunculales), gelincikgiller ailesinden (Papaveraceae), boynuzlu gelincikler (Glaucium) cinsine ait bir tür; kırmızı boynuzlu gelincik Glaucium corniculatum. Yapraklara dikkat etmeliydim, özellikle çiçeğin içindeki yumurtalık şekline dikkat etmeliydim. Boynuzlu adı burdan geliyor. Kapsül yerine düzce meyvesi oluyor sonrasında. Bunlar önemli di mi :/
İşin özeti; gelincikgillerden hemen hemen her tür gelincik olarak adlandırılıyor -haşhaş gibi farklı adı olanlar hariç-. Fakat aslen onlar düz birer gelincik değil, işte boynuzlu gelincik, dikenli gelincik vs. O sıfatlar Papaver (düz gelincik işte) ve diğerleri arasındaki farkı belirtmek için. Siz yine gördüğünüzde gelincik diyebilirsiniz, doğru, boynuzlu gelincik diyebilirsiniz, yine doğru. Fakat cinsinden bahsederken Papaver değil Glaucium demek gerek :/
Bi daha ki sefere azcık(!) daha dikkatli olcam.
Özür :/
Şöyle ki, benim hatam, yaprağı farklı, tomurcuğu tüylü falan değil, düğünçiçeğigillerden diğer akyıldızınki gibi yeşil, tüysüz, ince uzun bir kılıfla (çanak yaprak sanırım kendisi) korunuyor, çiçek açınca bu kılıf düşüyor. Üstelik gövde çok sert, diğer gelincikler gibi başını öne düşürmüyor. E ben niye yine de gittim gelincik dedim? Hala gelincik, ama Papaver değil. Gelincik gibi çiçeği var diye tüm gelincikgiller ailesinden bir tek Papaver'i uygun gördüm. Kendimi kandırıyorum, dış görünüşü gelincik gibi çiçeği var. Üstten bakınca Papaver cinsi gelinciklerde bariz olan kapsül yumurtalık (şu) gözükmüyor. Yaprak, yumurtalık şekli, bunlar aynı aile içindeki cinsleri hatta aynı cins içindeki türleri birbirinden ayırmak için kullanılan belirgin özellikler. Acemiliğime geldi diyerek kurtulmak istiyorum. Fakat gayet baştansavmalığım yüzünden oldu.
Öyleyse düzeltelim!
Kendisi düğünçiçekleri takımından (Ranunculales), gelincikgiller ailesinden (Papaveraceae), boynuzlu gelincikler (Glaucium) cinsine ait bir tür; kırmızı boynuzlu gelincik Glaucium corniculatum. Yapraklara dikkat etmeliydim, özellikle çiçeğin içindeki yumurtalık şekline dikkat etmeliydim. Boynuzlu adı burdan geliyor. Kapsül yerine düzce meyvesi oluyor sonrasında. Bunlar önemli di mi :/
İşin özeti; gelincikgillerden hemen hemen her tür gelincik olarak adlandırılıyor -haşhaş gibi farklı adı olanlar hariç-. Fakat aslen onlar düz birer gelincik değil, işte boynuzlu gelincik, dikenli gelincik vs. O sıfatlar Papaver (düz gelincik işte) ve diğerleri arasındaki farkı belirtmek için. Siz yine gördüğünüzde gelincik diyebilirsiniz, doğru, boynuzlu gelincik diyebilirsiniz, yine doğru. Fakat cinsinden bahsederken Papaver değil Glaucium demek gerek :/
Bi daha ki sefere azcık(!) daha dikkatli olcam.
14 Mayıs 2012 Pazartesi
ODTÜ'nün kelebekleri - 001 Çokgözlü esmer veya gümüş lekeli esmer göz
Yazan
hia
zaman:
5/14/2012 11:55:00 ÖÖ
Sırf gümüş lekeli esmergöz'ün gümüş lekesinin nerde olduğunu anlayamadığım için gümüş lekeli esmergöz diyemiyorum. Çokgözlü esmere çok benziyordu, ve ikisini ayıran çizgileri, noktaları, renkleri o zamanlar (ve hala) bilmediğim için, ve onu incelemek için konmasını beklediğim halde çok nazlandığı için pek anlayamadım kim. Yine bir telefon azizliği vardı tabii.
Kötü kokulu papatyagillerden olduğunu sandığım, fakat süper kötü kokusu yüzünden beni hiç cezbetmeyen ve sırf bu yüzden ne olduğunu merak etmediğim beyaz çiçekli bitkinin üzerinde, Plebeius agestis veya Plebeius argus, 5 Mayıs 2012, ODTÜ Batı yurtlar bölgesi.
Sarı bantlı kadife yanımdan uçup gitmeyeydi onu da çekerdim :/
13 Mayıs 2012 Pazar
Odtü'nün bitkileri - 005 At kestanesi
Yazan
hia
zaman:
5/13/2012 05:09:00 ÖÖ
Bir Ankara klasiği, At kestanesi - Aesculus hippocastanum. Tatlı kestaneden farklı olarak zehirlidir, tadı acıdır. Tatlı kestaneyle akraba değiller bile, sadece sınıfları aynı. Tatlı kestane kayıngillerden (Fagaceae) iken, at kestanesi Sapindaceae'den.
Aylardır çiçekli haldeler, Ankara'nın her yerinde bulunabilirler, İstanbul'da tren yolunda bir de minibüs yolunda (Anadolu yakası) 3-4 birey görmüştüm. Bir de pembe çiçekli at kestanesi var, Aesculus x carnea, melez birey, onun da fotoğrafını çekeyim.
İkinci fotoğrafın üstünde bir adet bombus var. Ben hep yabanarısı, balarısı falan diyordum ama değilmiş. Balarıları Apis cinsine, bunlar ise Bombus cinsine aitlermiş. Kuzenlermiş aslen. Ünlü "flight of bumblebee" eserindeki bumblebee işte.
Balarısından farklı olarak bir kaç kez sokabilirlermiş. Korkmayın genelde agresif değillermiş. Tozlaşma için seralarda kullanılırlarmış, fakat kışlamadıkları için bal biriktirmezlermiş, bu yüzden bal elde etmekte kullanılmazlarmış.
12 Mayıs 2012 Cumartesi
Odtü'nün bitkileri - 004 Süsen
Yazan
hia
zaman:
5/12/2012 04:37:00 ÖÖ
Iris aphylla - Süsen, 28 Nisan 2012, ODTÜ bilgisayar merkezi önü. Tamam bu doğal yoldan yetişmemiş, ekilmiş. Ama nolcak sanki. Hıh :P
Düzeltme: kampüsün bir iki yerinde kendine mi bitmiş, biri mi ekmiş emin olamadığım bir kaç birey daha gördüm.
Düzeltme: kampüsün bir iki yerinde kendine mi bitmiş, biri mi ekmiş emin olamadığım bir kaç birey daha gördüm.
Odtü'nün bitkileri - 003 Misk soğanı
Yazan
hia
zaman:
5/12/2012 04:28:00 ÖÖ
Telefonun macro çekiminin bozulmasına denk gelmiş 3 misk soğanı - Muscari. Türlerinden emin değilim, epi topu 16 türü olan misk soğanını birbirinden ayırt edemiyorum :(
Ama hatırladığım kadarıyla çiçekler birbirinden uzakta yerleşmişti, Muscari parviflorum'a benziyor azcık, ama yine de öyle demiyim :/
Üst iki fotoğraf ODTÜ Açık kortlar-stadyum arasındaki tek bireyden (28 Nisan 2012). Başka misk soğanı göremedim orda, kampüstekiler çiçeklenmeden geri ölüyor genelde :/ Alttaki ise doğu yurtlardan yukarı çıkan kavşağın ordaki yürüme yolundan (29 Nisan 2012).
Çiçeklenebilmiş 3 birey görmüştüm, diğerleri çiçeklenmeden yeşil yapraklarını soldurdu :(
Telefon kabı (12.5 cm) bitkinin ne kadar küçük olduğunu göstermek için :)
Odtü'nün bitkileri - 002 Akyıldız
Yazan
hia
zaman:
5/12/2012 04:16:00 ÖÖ
Sanırım şemsiye çiçekli akyıldız - Ortnithogalum umbellatum, şemsiye çiçekli değilse bile akyıldız :p (Ornithogalum), 28 Nisan 2012, ODTÜ açık kortlar-stad arası.
Odtü'nün bitkileri - 001 Ankara çiğdemi
Yazan
hia
zaman:
5/12/2012 04:09:00 ÖÖ
Ankara çiğdemi - Crocus ancyrensis 16 Nisan 2012, Batı yurtlar bölgesi (onyüzbinlerce var)
Adı Ankara çiğdemi olsa da, iç anadoluda bir çok şehirde görülebilirler.
Adı Ankara çiğdemi olsa da, iç anadoluda bir çok şehirde görülebilirler.
30 Ocak 2012 Pazartesi
Gangster Karıncalar
Yazan
hia
zaman:
1/30/2012 11:46:00 ÖÖ
Polyergus -veya Amazon karıncaları- yakınlarındaki diğer karınca kolonilerinden larva çalarak iş gücünü sağlıyor -ve bazen onları yiyor-. Bu larvalar koloni içindeki daha önce kaçırılmış yetişkin karıncalar tarafından değişim geçirene kadar büyütülüyor. Diğer görevleri koloninin işlerini yapmak ve yiyecek toplamak.
Bana en değişik gelen huyları ise yeni koloni kurarken izledikleri davranışları. Polyergus cinsi (6 türü kapsayan bir cins kendileri) diğer karıncalarda görülen ikinci bir kraliçe büyütüp o kraliçenin bir avuç işçiyle yuvadan ayrılmasıyla yeni koloni kurmuyorlar. Ya genç kraliçe gidip başka bir karınca kolonisini istila ediyor ya da birkaç işçisiyle diğer türlerin kraliçesini yanına alıp yeni bir koloni kuruyor. İkinci seçenekte başlarda koloni içinde pek etkili değilken, yanında getirdiği ikinci kraliçeyi yumurtladığı 'yeni köle' sayısında azalma görülünceye kadar yanında tutuyor, sonra öldürüyor ve kolonideki tüm karınca türleri tarafından kabul edilen kraliçeliğini ilan ediyor. Koloni büyümek, üremek ve yayılmak için her sene onlarca veya yüzlerce yeni kraliçe büyütse de anlatıldığı kadar kolay ve çabuk değil tüm olay; bu yüzden çoğu kez başarısız oluyor ve Polyergus kolonisi sayısının epey seyrek kalmasına neden oluyor.
Larva çalmak için mantıklı bir yöntem bulmuşlar. Karşı koloninin kargaşa yaşamasını sağlıyor; işçiler ve kraliçe toprak üstüne kaçıp karışıklığın dinmesini beklerken onlar larvaları alıp yuvadan tüyüyorlar.
13 Ocak 2012 Cuma
Oksijenli solunum ve kasların çalışması üzerine
Yazan
hia
zaman:
1/13/2012 01:24:00 ÖÖ
vaktim pek yok, çeviremicem ama güzel bi konu buldum;
"aerobic exercises, as their name implies, are designed to allow your muscles to continue to perform aerobically, that is, to contine to produce the necessary ATP by electron transfer and oxidative phosphorylation"
"aerobic exercise is initially fueled by the glucose molecules stroed as glycogen in he muscles themselves, but after a few minutes, the muscles depend more and more on free fatty acids released into blodd from adipose (fat) tissue."
after 20 minutes of vigorous aerobic exercise, it is estimated that about 50 percent of the calories being consumed by muscles are derived from fat"
"aerobic exercise, such as jogging, fast walking, swimming, or bicycling, is one of the best way of rreducing the body's fat content."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)